30 Kasım 2008

Amerika yıllarının en iyi filmleri - Yeniler

Benzeri ve çok daha kısıtlı bir listeyi ta, ilk blog yazmaya başladığımda şurada yapmıştım. Sonrasında hep aklımdaydı, güncellemek. O yıllar -en azından yıl olarak bitsinler diye bekledim-.
Öncelikle yeni ve eski diye ayırdım. İki grubu karşılaştırmak çok doğru değil bence. Seyredilen, oynamaya değer bulunan eski filmler klasikleşmiş, bir tür elemelerden bugüne kalmış filmler oluyor. Yenileri ise o sırada sen keşfediyorsun. Birçoğu zamana yeniliyor, ama diğer yandan bugünü daha iyi yakılıyor. Yeni derken de son 2 yıl filan değil yeniden kastım. 90'lara yeni dedim, öncesine eski. O zamandan bu yana pek değil ama 80'lerden bu yana sinema bayağı değişti.

İster istemez sıraya da dizmiş oldum. Ama daha geçerli olan şey, gruplar. Grup içi biraz yer değiştirmeler olabilir. Ve yine sadece sinemada seyredilenler:

eksi grubu: resmen kötü, beğenmedim, eğlenmedim:
- Şikago: Rob Marshall, '02. Hem de en iyi film oscarlı
- Time: kim ki duk, '06.
- Un Ami Parfait: Francis Girod, '06. Hafıza kaybı ve suç araştırması hikayesi biraz daha iyi işlense hoş bir film olabilirdi.
Bu grup küçük oldu. Pek kötü filme gitmiyorum sanırım.
Arada başka birçok film de var, vasat veya iyice ama liste çok uzamasın diye onları bıraktım.



Üs: İyiler. Aralarından sıralamaya alacaklarımı seçmek zor oldu. Bazılarının en azından ismini anayım: Michael Caine'li Quiet American, bol psikanalizli İspanyol komedisi Inconscientes, bilinen Cache, History of Violence, Diving Bell & The Butterfly, iki belgesel: Fransız ilköğretiminden Etre et Avoir ve Kalkütta'dan Born in Brothels, garip Çek komedisi Bored in Brno, garip bir aksiyon In Bruges, ve çok değişik bir İtalyan: L'Ora di Religione (My Mother's Smile).

32- Nowhere in Africa: Caroline Link, '01. Alman, Out of Africa havası. Listedeki tek kadın yönetmen. Aynı zamanda listede iki filmi olan tek yönetmen.
31- Les Choristes (Koristler): Barratier, '04. Fransız okul filmleri iyidir.
29- Hable con Ella (Konuş Onunla): Almodovar, '02. Herkes kadar bayılmadım ama iyi öyküydü.
28- La Duchessa di Langeais: Jacques Rivette, '07. Çok durgun ve iyi bir anlatım. Bir de geçen ay aniden ölen Guillaume Depardieu çok babasına benziyordu burada.
27- Spider: Cronenberg, '02. Film çok iyi ama öykü boğucu.



Üst: En iyi değiller ama bazen öykü bu kadarına müsaade ediyor. Sophie Scholl örneğin, çok iyi anlatılmış bir öyküydü. Ama fazladan katmanları yoktu, onu bir adım daha atlatacak. Bazen de film çok iyi oluyor, ama içinde bir sevimsizlik barındırıyor. Örneğin, çok iyi olduğunu düşünüyorsunuz ama hikaye çok boğucu oluyor. Veya filmi çok beğeniyorsunuz ama bir yakınlık kuramıyorsunuz (sevemiyorsunuz), Ken Loach'un Sweet Sixteen'i veya Rumen filmi 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün gibi:

26- Eternal Sunshine: Michel Gondry, '04. Hoş ama biraz şişirilmiş belki.
25- 4 Months, 3 Weeks, 2 Days: Christian Mungiu, '07. Doğu blokundan iç karartıcı günlerin öyküsü.
24- Sweet Sixteen: Ken Loach, '02. Çok sağlam, çok sert. 400 Darbe gibi.
23- Vera Drake: Mike Leigh, '04. İki üstteki gibi kürtajın yasak olduğu bir dönem. Diğeri Romanya'da 80'lerse bu İng.'de 20'ler.
22- Beyond Silence: Caroline Link, '96. Çok sıcak bir öykü.
21- Hero: Zhang Yimou, '02. Ev arkadaşım Jet Li filmi oynuyor şurada, gidecek misin dedi. Hiç işim olmaz dedim. Gittikten sonra anladım, gözde yönetmenimin filminde Jet Li'nin oynadığını.
20- Forest of Gods: Puipa, '05. Toplama kampı öyküsü. Bildiklerimizden daha gerçek.
19- Sophie Scholl: Marc Rothemund, '05.
18- The Art of Crying: Peter Schonau Fog, '06. Daha önce adını duymadığınız bir filme gidiyorsunuz, pek filmini görmediğiniz bir ülkeden ve çok iyi birşey çıkıyor. İşin güzelliği burada.



Üstü: Lezzet-i Harikalar:
17- Le Consequenze dell'Amore (Aşkın Sonuçları): Paolo Sorrentino, '04. Sinemayı belki de en çok böyle filmler için seviyorum.
16- Die Falscher (The Counterfeiters): Stefan Ruzowitzky, '07. Müthiş. Hem öykü çok iyi hem bilinmeyen birşey anlatıyor hem eğlenceli.
15- Der Untertang (Downfall): Oliver Hirschbiegel, '04. Bir film için müthiş bir arkaplan.
14- Tony Takitani: Jun Ichikawa, '04. Bir Murakami öyküsü, duruluk.
13- Pan's Labyrinth: Guillermo del Toro, '06. Fantasticos.
12- Duvara Karşı: Fatih Akın, '04. Çarşı.
11- Elite Squad: Jose Padilha, '07. Aynı TanrıKent gibi Rio favella'ları, yine gerçek bir öykü, yine çok sert, yine çok iyi.
10- There Will Be Blood: Paul Thomas Anderson, '07. Kan Çıkacak diye çevrilmeliydi.
9- C.R.A.Z.Y.: Jean-Marc Vallee, '05. Şu.
8- Zatoichi: Takeshi Kitano, '03. Herkes Kill Bill derken bu Kitano filmi ondan 5 kat iyi ve içtendi.
7- Afterlife: Hirokazu Kore-Eda, '98. Büyüleyici bir fikir.



Üstün:
En iyiler:
6- Das Leben der Anderen (The Lives of Others): von Donnersmarck, '06. Sarsıcı derecede iyi.
5- Children of Men: Alfonso Cuaron, '06. Yakın dönem bilim kurgu. Çok sürükleyici ve etkileyici
4- Le Fabuleux Destin d'Amelie Poulain: Jean-Pierre Jeunet, '01. Kalbimizde bir yaradır Amelie. Onu içimize bastırmak ve yanaklarından öpmek isteriz. Önce sol, sonra sağ, sonra alın, sonra burun.
2-3: Happy Together: Wong Kar Wai, '97. Imagine me and you, I do. I think about you day and night. It's only right. To think about the girl you love. And hold her tight. So happy together. (bunu da steak&lobster, lobster&steak diye reklamda kullanmışlardı ya). Şarkıda nasıl bir coşku, nasıl hem aşk hem hüzün varsa filminde de var. Bu filmden uzun süre sakınmıştım Ankara'dayken. Belki de doğru vaktini beklemişim.
2-3: Barbarian Invasions: Denys Arcand, '03. Müthiş bir hikaye, müthiş yan hikayeler, her Denys Arcand filmindeki gibi çok iyi bir anlatım.
1- Cidade de Deus (TanrıKent): Fernando Meirelles, '02. Bu kadar heyecan verici bir film insan hayatında fazla olmaz. Çarpıldım.

Tüm resimlerin de alındığı filmden bir tango ile bitirelim. Astor Piazzola'nın bestesi.

22 Eylül 2008

Maggio Musicale

Bildiğimiz müzikal filmlerde hikaye bir noktaya geldiğinde oyuncular birden bir filmde olduklarını unutmuş gibi davranmaya başlarlar. Hikayeyle ilgili bir şarkıyı sanki bir filmde değil sahnedeymiş gibi söylemeye, veya arkada söylenen bir şarkıya dansetmeye başlarlar. Sonra şarkı biter ve hikaye kaldığı yerden bildiğimiz şekliyle devam eder.

Ama bu çizgiyi izlemeyen de birçok film var. Peki, bir filmi müzikal yapan nedir? Filmde çok şarkı çalması mı? Ama birçok filmde arka planda sürekli birşeyler çalıyor. Kapanış jeneriğinde 20-30 şarkı ismi gördüğümüz o kadar çok film var ki. Bir filmi müzikal yapan bence, müziğin filmin ön planında yer alması, yani arka fonda geçmemesi, ama oyuncuların da o sahnede o şarkının çaldığından haberdar davranması. O zaman bir adamın gittiği barda çalan müzikle tempo tutması veya sahneye çıkıp bir şarkı söylediği film müzikal mi olur? Hayır, demek bir şart da eklemeliyiz: Müzik filmin en belirleyici anlatılarından biri olmalı.

En hoşuma gidenler, en iyi bellediklerim (her zamanki gibi 'bemce' tabi):
___________________________________________

- AN AMERICAN IN PARIS:
En iyisi Singing in the Rain derlerdi hep. Bense bunu başyapıt olarak bildim. Gene Kelly'nin herşeyini, tüm yaratıcılığını, danslarını ve koreografilerini ortaya döktüğü, Leslie Caron'un gönlümü çaldığı...
- I got Rhythm
- I got Music
- I got My girl
Who could ask for anything more?
Who could ask for anything more?
- SINGING IN THE RAIN:
Bu bir müzikal ve bir komedi olduğu kadar sinemanın bir döneminin belgeseli. Hep bir sahnesiyle tanınıyor. Ama birçok klasikleşmiş 'numarası' var: good mornin', moses supposes, make them laugh, veya cyd charisse'le olan (ve cyd charisse'in tüm zamanların en güzel bacakları ünvanını aldığı) müthiş rüya sekansı. Hakkını vermezseniz borçlu kalırsınız.

- WEST SIDE STORY:
Porto Riko'lu kızlarla oğlanların atıştığı bir sahne var:
Kızlar: I like to be in America,
Okay by me in America,
Everything free in America
Erkekler:
For a small fee in America.

Kızlar:
Skyscrapers bloom in America.
Cadillacs zoom in America.
Industry boom in America.

Erkekler: Twelve in a room in America.

Kızlar: Life can be bright in America.
Erkekler: If you can fight in America.
Kızlar: Life is all right in America.
Erkekler: If you're all white in America.
Sahne versiyonunda bu atışma yokmuş. Sadece methiyeler. Nathalie Wood'lu bu film, aşılamaz bir klasik.

DAMDAKİ:
Daha önce blogda bahsetmiştim. Filmi izleyeli çok oldu, diğer şarkıları hatırlamıyorum. Belki biraz Cüneyt Gökçer'li oyundan. Ama filmdeki o düğün sahnesi anlatılamaz, izlemeniz gerek.

BB:
Sahnede Blues Brothers'ı izlemeyi, herhalde Rolling Stones'u izlemeyi istediğim kadar isterdim. Ama bu mümkün değil, öyle değil mi? Dan Ackroyd cool'un tanımı gibi, John Belushi kendi gibi. Çılgın bir senaryo, Ray Charles, Aretha Franklin, James Brown, daha nice dev isim, soul-rock'ın klasikleşmiş şarkıları. 80'lerin deli dolu ve inanılmaz eğlendirici Amerikan sinemasının üst noktalarından bu film.

GREASE:
Bu filmi kaç kere ayıla bayıla izlediğimi, kaçında benim de dansettiğimi hatırlamıyorum. Ne zaman oynamışsa diyebilirim. Gençlik müzikali olarak bu şarkılardan iyisini düşünemiyorum. Genç Travolta ve çok genç olmasa da çok güzel ve harika bir sesi olan, çocukluk sevgililerimden Olivia Newton John müthiş bir ikili.

CABARET:
İzlemediğim en iyi müzikal. (İzlemediysen iyi olduğunu nereden biliyorsun demezsiniz umarım). Hep birşeyler çıktı, çok sınırlı tv gösteriminde. Üniv.nin ilk yılında sürekli soundtrack'ini dinlediğim bir dönemde tv'da oynayacağını duymuştum ama tatile gidiyorduk. Sonra da benzer şeyler. Bir müzikal için en uygun fonlardan biri. Tüm politik taban, üstüne gayet erotik.
"A great movie musical. Taking its form from political cabaret, it's a satire of temptations. We see the decadence as garish and sleazy; yet we also see the animal energy in it - everything seems to become sexualized. The movie does not exploit decadence; rather, it gives it its due." demiş büyük eleştirmen Pauline Kael.
Bunların üzerine çok iyi oturtulmuş şarkılar, ve Brehtyen bir anlatım.
Willkommen! Bienvenue! Welcome!
Fremder, etranger, stranger
Glcklich zu sehen,
Je suis enchant,
Happy to see you,
Bleibe, reste, stay.
Willkommen! Bienvenue! Welcome!
Im Cabaret, Au Cabaret, To Cabaret!
JESUS CHRIST SUPERSTAR:
Jesus Christ
Superstar
Who are you?
What have you sacrificed?
Geçen yıl televizyonda oynadığında yazmıştım blogda. Niye film olarak çok beğenilmediğini pek bilmiyorum. Oysa sahne versiyonundan bağımsız olarak harika bir yorum.

HAIR:
She asks me why
I'm just a hairy guy...

Let it fly in the breeze
And get caught in the trees
Give a home to the fleas in my hair
A home for fleas
A hive for bees
A nest for birds
There ain't no words
For the beauty, the splendor, the wonder
Of my...

Hair, hair, hair, hair, hair, hair, hair
Flow it, show it
Long as God can grow it
My hair
Bazıları var, takdir ediyorum. Bu ise, kendimden geçtiklerimden. Her sahnesi, tamam sonu biraz üzücü, savaşa gitme sahnesi sanki biraz bağlanıvermiş ama onun dışında, her sahnesi klasik.

THE COMMITMENTS:
Evde bir yerde sinemadan yürütülmüş resimleri olmalı. Dublin'in başarılı ama o müzik grubu yoğunluğu içinde sonuçta sıradan bir grup. Blues Brothers gibi doyulamayan filmlerden. O yüzden ikisinde de film çıkalı beri o adda bir grup turlar düzenliyor, devamları çekiliyor. Hatta bu filmdeki iki yan karakter, basçı ve baterist de turlayan grupta (daha iyi işler bulamamışlar belli ki).
Listedeki diğer filmler kadar büyük değil belki ama çok sıcak. Ve BB gibi soul müziğin başyapıtlarını canlandırıyor.
British Film Institute'ün tüm zamanların en iyi İngilizleri sıralamasında 38.

BIRD:
İkisini birbirine karıştırdığımdan birini duyduğumda bu hangisi dedikten sonra tekrarlamam gerekirdi. Bird, Clint Eastwood'un, hani Charlie Bird Parker, birdy ise Alan Parker'ın filmi.
Charlie Bird Parker'ın sorunlu hayatını, grinin çeşitli tonlarındaki müzik sahnesini anlatıyor. Forest Whittaker'ın ilk büyük gösterisiyle beraber, yumuşakça akıyor film.

ROUND MIDNIGHT:
Bence en iyi caz filmi. Sanırım bir şekilde abimler yurtdışından video kasedini almış (nedense?). Onların evinde seyrettikten sonra ilk gösterimini yaptığım film olmuştu. Kahve telvesi gibi bir filmdi. Paris'te çalan Saksofoncu Dale Turner ve hayranı Fransız adam. Ki ben o adamı uzun süre de Niro oynuyor sanmıştım. Çok benzeyen, gençliğine benzeyen biri. Dale Turner'ı oynayan da başka bir büyük müzisyen Dexter Gordon. Grubunda da Herbie Hancock ve Ron Carter gibi büyük isimler var.

AMADEUS:
Evde, arka bir köşede bir sinemanın (Köşk sinemasının) dışına asılmış devasa bir Amadeus ilanı var. Afiş denemez, küçük bir parçası afiş, kalanı yaklaşık 2000 fontla yazılmış bir Amadeus yazısı. Aslında pek de saklanacak birşey değil ama film ve ona gidiş çok özel şeylerdi. Güzel bir sinema, okul arası bir cumartesi. Seyrederken de biliyordum bunun hem büyük (iddialı) bir film, hem çok popüler olacak bir yapıt, hem de bir başyapıt olduğunu.

FRENCH CANCAN:
Büyük yönetmen Jean Renoir'ın 20'lerdeki Paris revü sahnesini betimlediği 'güzellik'. Her zamanki etkileyiciliğindeki Jean Gabin, temizlikçi bir kadından bir Moulin Rouge yıldızı yaratır. Kabaresini yaşatma çabası da hüzünlü ama çok şık ve sevimli.
Filmden çok hoş bir şarkı.

MY FAIR LADY:
Çok şık bir film, tasvir edilemeyecek güzellikteki Audrey Hepburn ve klasik bir Pygmalion hikayesi. Klasik hikayenin müzikal versiyonu da diyebiliriz.

Mansiyons:
Les Parapluies de Cherbourg:
Yıllar önce filme büyük bir hevesle giderken müzikal olduğunu biliyordum ama bildiğimiz tarz bir müzikal bekliyordum. Yani, sözel bir senaryo, araya serpili şarkılar. Oysa, şarkılı anlatım hiç bitmeyince bir parça hayal kırıklığına uğramıştım. Üstüne hikayenin de kırıklığı eklendi. Oysa zamanla anladığım gibi, bu çok hoş, çok başarılı bir film.

Fred Astaire, ve onun anısına Swing Time - Shall We Dance - Top Hat (Ginger Rogers), Easter Parade (Judy Garland), The Band Wagon (Cyd Charisse). Biraz fazla klasik olabilir, ama bunlar sinemanın müzikali tanımlayan filmleri.

Hello Dolly:
Barbara Streisand bu listede olmasa olmazdı. Bu film eleştirmenlerce çok beğenilmemiş, Streisand çok genç bulunmuş. Oysa çok eğlendirmişti beni. Louis Armstrong'un Hello Dolly diye söylediği sahne için bile değer. Oh, hello dolly...

The Nightmare Before X'Mas:
Bekleyen olabilir ama kesinlikle bir Disney müzikali koymayacağım diyordum, animasyonlar için. Ama Tim Burton müzikallerini unutmuşum bu arada.
Her Cuma akşamüstü bir animasyon oynatan Bilkent'teki salonda bir yılbaşı öncesi 'sürpriz film' diyordu. Ben de bu çıkar diye gitmiştim, zamanlamayı filan düşünüp. Ama The Lion King çıkmıştı, hayal kırıklığı ile seyretmiştim.
Şu yazı bu filmin açılış jeneriği ile başlıyordu.

Dancer in The Dark:
Muhtemelen esas listeye girebilecek kadar iyi bir müzikal. Hem bayıldığım Deneuve ve her daim aşık olduğum Björk var. Björk sadece oynamıyor, söylüyor, dansediyor, filmi sürüklüyor. Ama filmin abartılı duygu sömürüsü o kadar çok rahatsız etmişti ki beni (aynen Breaking the Waves'te olduğu gibi) anca mansiyon veriyorum.

Seyretmediklerim / Hatırlamadıklarım:
Moulin Rouge'un hayranı çok. Seyretmedim, seyretsem sever miydim bilemedim.

Çocukluğumuzda gördüğüme eminim, ama müzikal olduğunu bile hatırlamıyorum. En iyi çocuk romanlarından: Oliver!

Red Shoes: Sadece en iyi müzikallerden biri değil, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olmalı bu Michael Powell başyapıtı. Ama belki çok küçükken seyrettim, ondan da emin değilim. Ayrıca, konusuna rağmen müzikal denip denemeyeceğine emin değilim. imdb'de de kategorilerden biri olarak müzik demişler, müzikal değil.

A Nous La Liberte!: Rene Clair'in sosyalist, alaycı, komedi müzikali. İnanılmaz ama hepsi aynı filmde!

Les Demoiselles de Rochefort (Rochefort'lu Genç Kızlar): Deneuve, Piccoli, Gene Kelly; yönetmenler de Cherbourg Şemsiyeleri'ni de yöneten Jacques Demy ve Agnes Varda. Ve ben bu filmi hiç duymamıştım..?

Funny Girl: Streisand'ın en iyi filmi olabilir bu. Görmüş olmalıyım ama bazen uçuyor olmalı hafıza.

Sound of Music / 7 Kardeşe 7 Gelin / Kral ve Ben: Üçünü de seyrettim tabi ama ne kadar bayık, ne kadar unutulmaz klasik olduklarını iyi bilecek yıllarda değil. Bir daha seyretmeli ki anlamalı.

The Court Jester başlığında birbirinden pek ayıramadığım diğer filmleri diyerek büyük Danny Kaye'i de anarak bitireyim.

01 Temmuz 2008

Seri Türkler

Son 10 yılın en iyi dizileri:

1. Şaşıfelek Çıkmazı
1.5. Hırsız Polis
3. Yeditepe İstanbul
3. 1 İstanbul Masalı
5. 2. Bahar

6. Karanlıkta Koşanlar
7. Kavak Yelleri
8. Asmalı Konak
9. Sultan Makamı
10. Uy Başuma Gelenler


Mansiyon:
1. Koçum Benim (şeytan tüyü ve Tarık Akan adına)
2. Bıçak Sırtı (eli yüzü düzgünlük adına)

Doğal olarak fazlasıyla kişisel bir liste.

06 Nisan 2008

İngiliz Sosyal Gerçekçiler+'90


Sosyal gerçekçilik zaten İngiliz sinemasının temel taşlarından biri. Özellikle 60'lardan bu yana. Ama bu posttaki listenin derdi modern zamanlar; türün 80 sonlarından birkaç yıl öncesine kadar, yani Thatcher sonrasında İngiliz sinemasını ayakta tuttuğu dönem.

Mike Leigh, Ken Loach'un bolca, Stephen Frears, Michael Winterbottom'ın arada dokunduğu, ayrıca tek tek örneklerin çıktığı bir tür -genre. Beraber düşününce birbirlerini çağrıştıran, küçük bir film sınıfında buluşturan çok ortak yönleri var. Mesela, endüstrileşmiş büyük şehirlerin köşesinde kalan işsizler, küçük kasabaların zor çalışma şartlarında ayakta kalmaya çalışan işçiler, benzer sorunlu arkadaş çevreleri, grevler, işçi hakları, işsiz hakları, sosyal sorunlarla parçalanmış aileler, bir yerden imkanları zorlayan, olmazdan mucize yaratmaya çalışan hayalperverler, tutunulan spor, dans, müzik. Ve etkileyici, birçok zaman iyi hissettiren, dansettiren, bazen de koltuğunuza yapıştıran bir son.

Şimdilik üzerinde çalışılan bir proje (work in process demek istedim):

- Billy Elliott - Stephen Dandry, '00
- Full Monty - Peter Cattaneo, '97
- My Beautiful Laundrette - Stephen Frears, '85
- The Van - Stephen Frears, '96
- Riff Raff - Ken Loach, '90
- My Name Is Joe - Ken Loach, '98
- Sweet Sixteen - Ken Loach, '02
- High Hopes - Mike Leigh, '88
- Life Is Sweet - Mike Leigh, '90
- Naked - Mike Leigh, '93
- Secrets & Lies - Mike Leigh, '96
- Go Now - Michael Winterbottom, '95
- On a Clear Day - Gaby Dellal, '05
- Trainspotting - Danny Boyle, '96
- Brassed Off - Mark Herman, '96
- Little Voice -Mark Herman, '98
- The Commitments - Alan Parker, '91

Bu dalın öncü oyuncusu, bir anlamda sürükleyicisi gördüğüm Robert Carlyle'dan (Go Now, Full M., Riff Raff, Trains.) başka Ewan McGregor (Brassed Off, Little Voice, Trains.) ve Peter Mullan (My Name is J., On a Clear Day, Trains., Riff Raff) da esas adamlar. Brenda Blethyn da birkaçında oyunculuk (Secrets & Lies, On a Clear Day, Little Voice) gösterisi yapıyor.

23 Mart 2008

En Hiç


En iyi Hitchcock'lar:

1. Vertigo: Yok, iyiyim. Buraya çıkınca biran başım döndü de.

2. Arka Pencere: Aferin yani Lisa, evden getirdiğin ipek gecelik filan derken oyaladın beni, bak geceleyin Miss Lonelyheart intihar etmiş. Kaçırdık sayende.

3. 39 Basamak: 39 basamak ne diye soruyor adam. Şimdi bilmiyorum desem herşeyi bilen adam olarak kariyerimi bu Albert Royal Hall'un sahnesinde bırakırım. Yok söylesem şuracıkta vururlar beni. İki ucu boklu değnek dedikleri böyle birşey olsa gerek.

4. Rebecca: Demek beni o kadar korkutan, senin bu kadar önem verdiğin gizemli kadın ölmüş eski eşin? ha-ha, ben de birşey sanmıştım.

5. North By Northwest: Kuzeye kuzeybatıdan gidersen önce denizi göreceksin. Sakın şaşırma!

6. The Lady Vanishes: - Kadını gözlerimle gördüm diyorum. Gerçekti.
- Tamam, geliyorlar. Çabuk sus ve öp beni.

07 Mart 2008

top of the pops

Ve evet bu da en severek seyrettiklerim (en iyi oyuncular değil, tekrar vurgulamak gerekiyor sanırım):

Oskar Werner: Sessiz bir güç. Tanımlaması bu yazının sınırlarını aşar. Derin ve hassas deyip bıraksam fazla basit kalır. O, oyuncuların auteur'ü diyebilirim.

William Hurt: 20 yıldır çok sevdiğim, çok orijinal bir tip, çok orijinal bir oyuncu.

Michael Caine: Depardieu Fransız sineması için neyse, o da İngiliz sineması için o. İlk döneminde Clint soğukluğuna sahip jön, sonrasında incelik üstadı, bir gülümsemesiyle filmi vareden kişilik. Sadece varlığı, oynadığı filmi 2 gömlek iyi yapar.

Gerard Depardieu: Sinemanın tarihi. Yani 68 sonrasının. Oynadığı film 169'muş. Grosse Fatigue'de Michel Blanc böyle aktörlerin bazı filmlerinde tamamen dublörlerinin oynadığını keşfeder. Başka türlü nasıl şu anda yapım aşamasındaki 8 filmle bağlantılı, ve rahat 50 civarı büyük filmde oynamış olabilir ki? Tabi ki Asteriks'lerde otomatiğe bağlayan dublörü oynar, o bağında şarabını tadarken, ve 1900'deki veya Vincent, François, Paul ve Diğerlerindeki veya Son Metro'daki, veya Cyrano'daki oyununu seyrederken. O benim için her zaman çok özel biri oldu.

Marcello Mastroanni: Marcello, sadece beraber oynadığı kadınların değil, sinemaya adımını atmış tüm kadınların sevgilisidir. Bir yerden içimizde o aşk olduğundan ister istemez bizim gibi erkeklerin de. Marcello'yu sevmeyen bir sinema aşığı düşünülemez. Olamaz, mümkün değil. Bir ayırt edicidir Marcello. En sevdiği oyuncular listesinde Marcello'nun adını anmayanın sinema sevgisi hız sevgisidir, fantezi tutkusudur, güzel kadın merakıdır, heyecan arayışıdır, korkma içgüdüsüdür; kısacası henüz neolitik çağda kalmış başka ihtiyaçların sevgisidir.
Marcello bizim sinemada sevdiğimiz herşeydir.

Jack Lemmon: İstemeden sevimli olmayı onun sayesinde öğrendik. Çünkü küçüklükten genlerimize işlemiştir Jack Lemmon. Daha minik yaşlarda bayıldığın bir adamın ve bayıldığın filmlerinin sadece o yaşlar için değil, her daim güzel olduğunu keşfetmek, hiç hayal kırıklığına uğramamak kadar güzel şey var mıdır? Jack Lemmon sinemadaki en sevimli limondur.

Hü Grant: Hü Grant'i bu gruba mı alayım, yoksa 2. gruba mı ait diye düşündüm. Ama romantik komediyi dirilten 2 filmi olsun, hatta o kadar bile değil, sadece 4 Nikah bile burada yeralmasına yetebilir.
O, istemiyoruz manifestosunu yazan kişi. Aşağıda geçen şeyleri istemiyoruz: Büyümeyi, düzenli bir işe sahip olmayı, birine bağlanmayı, düzenli yaşamayı, ve sevdiğimiz kişiyi unutmayı.

David Niven: David Niven da 3. gruba konmuş önce, sonra 2.ye, sonra buraya. O da Jack Lemmon gibi yıllar içinde hiç hayal kırıklığına uğratmayanlardan. Ve tanıdığımda zaten hafif yaşlı olup benim için hep öyle kalanlardan. Çok ince bir oyunculuğu, tam anlamıyla zarifliği ve kanına işlemiş bir İngiliz beyefendiliği var. Bazı insanların kumaşı gerçekten farklı oluyor.

Robert Carlyle: İngiliz sinemasının 90'lardaki yeni baharı bir bakıma onun sayesinde. Daha Ken Loach'un adını duymamışken içime iyi olduğu doğduğundan iki arkadaşımı koluma takıp gittiğim ilk filmi Riff Raff'tan bu yana sektörün itici gücü. Trainspotting'deki tiplemesi de ne başarılıydı. Son dönemlerde en çok özlediğim şeylerden biri, 2-3 yıl kadar önce geceyarılarında bbc'de rastladığım uzak bir İskoç adasında geçen dizisi Hamish Macbeth.

Daniel Day-Lewis: Onu bol bol yazdık zaten. Oynadığı az ve öz filmlere gücü ile damgasını vuruyor. Crucible izledikten bir gün sonra yazıyorum bunu. Filmin sonundaki 'o benim ismim, bu hayatta sahip olacağım tek isim, onu veremem' sahnesinde çok etkileyiciydi, her zamanki gibi.

Tony Leung: Listeye kontra bir son, uzak bir diyardan. Happy Together bir oyuncu ile en güzel özdeşleşebileceğiniz filmlerdendi. Gerçi ben nispeten yeni bir filmi ile, Aşk Zamanı ile tanımıştım. Chungking Express, Hero, Happy Together, Days of Being Wild, 2046 ondan sonra geldi. Kaçırdığıma en çok üzüldüğüm filmlerden biri de onun Infernal Affairs'ı (hani Scorsese'nin yürütüp Departed yaptığı). Ama özellikle Happy Together ve Aşk Zamanı sanki bir oyuncunun kalbine yolculuk.

27 Ocak 2008

Aktörler grubu, 2. liste


Aşağı doğru sayıyoruz. 2. grup:

Fry & Laurie: Bu ikisini birbirinden ayıramam. Beraber o kadar çok dizi, şov, sohbet programı yapmışlar ki. Ben de Bulunmaz Uşak'tan hatırlıyorum ikisini. Stepher Fry bu aralar daha çok yazarlık yaparken Hugh Laurie Atlantik'in diğer ucuna sunuyor oyuncu becerilerini Dr. House rolünde her hafta. Sevimli İngiliz asilzadeler ikisi de.

John Cusack: Hafiften hafiften severim uzunca bir süredir. Geçenlerde en hoş filmlerinden, tam kendisi olduğu Hi-Fi'ı seyrederken anladım ki Hugh Grant'in Amerikan versiyonu bu adam. Tembel, bağlanmaktan korkan çapkın modelinin. Say Anything, The Grifters ve Being John Malkovich en varettiği filmler. Being J.M.'te, önceden onun oynadığını bilsem de tanıyamamıştım. Kardeşi Joan Cusack'la beraber oynamaları (ki hiç de az filmde değil) çok hoşuma gidiyor.

Bob Hoskins: 3'ünden biri anlatıyordu; Bob Hoskins, Danny de Vito ve Phil Collins beraber bir proje planlıyorlarmış. 3 maymun gibi birşey. 3'ü de tipten sevimli. Ama Bob Hoskins'in yeri ayrı. (Cannes'da ödül aldığı) Mona Lisa'daki gibi alt tabakadan ve aşık rollerinde süper. Bir de trt2'nin birkaç yıl önce verdiği eski bir bbc dizisi vardı, Pennies from Heaven. O dizinin o kadar şeker olmasının baş sebebiydi.

Daniel Auteuil: Eğri burunlu, Fransız sinemasının yeni Depardieu'sü. (Depardieu olmak, onun yaptığı filmleri yapmak pek kimsenin harcı değil, o ayrı tabi). Çoktandır film yapıyormuş ama çıkışı, Ayazda Bir Yürek'le oldu sanırım. O zamandan beri sürekli film çeviriyor. Ama Galata Köprüsü'nde biten Köprüdeki Kız, Sevdiğim Mevsim gibi duygusal filmlere gidiyor en iyi. Bir süredirse sıradan komedilerde harcıyor kendini.

Stephen Rea-Forest Whitaker: Bunlar da bir ikili benim için. İkisini de Crying Game'de tanıdığım, o zamandan beri çok sevdiğim için. Pret e Porter'de de beraberlerdi.
Stephen Rea bana benziyor. Klasik rolü, IRA filmlerindeki İrlandalı polis müfettişi. Durgun bir sevimliliği var.
Forest Whitaker, Bird (Charlie Bird Parker) rolünden beri oyunculuk gösterisi yapıyor. Smoke'ta ve Ghost Dog'da müthişti. Geçn yıl da Oscar'ı bütün mütevaziliği ile aldı.

Warren Beatty: Shirley MacLaine'in kardeşi, benim de çocukluktan adamım. Buralardaki diğer tüm aktörler yüze yakın veya üstünde film yaparken o çok az film yapmış. 50 yıl önceymiş ilk oyunculuğu ama son 30 yılda sadece 8 filmi var. Her zaman çapkın, her zaman Amerikan başkanlarına (Demokrat olanlarına) ve politikaya yakın. Beraber olduğu kadınlar listesi (Julie Christie, BB, Britt Ekland, Leslie Caron, v.d.) Hollyw.'un en güzel kadınları listesi gibi. Reddettiği roller Baba ile başlıyor, Sundance Kid, Kill Bill diye devam ediyor.

Michael J. Fox: Çocukluk kahramanlarımdan. Hiç büyümeyen, hep enerjik, hep delidolu. Çıkışı, aynı alttaki John Ritter gibi 80'lerin sit-comlarından Family Ties ile. Ailenin politikacı büyük oğlu rolünde evin büyük kızı ile çekişirlerdi hep. Ve tabi o kıza bayılırdım ben. Parkinson'la yaşıyor 15 yıldır. Kanadalı.

John Ritter: Canayakın ve komik adamdı John Ritter. İki kızla aynı evi paylaştığı, çok boş ama yine de hoş Three's Company ile girdi hayatıma. Bu fantezi gençlik dizisi çok lazımmış gibi sabah okul saatinde Hanımlar Sizin İçin kuşağında oynardı. Ondan sonra dersane diye okulu kırıp gidilen kötü bir Blake Edwards filminin de gidilme nedeniydi. Ama en babası çok sevdiğim ve değeri yeterince bilinmeyen -trt2'de oynayan- Hooperman dizisiydi. Alt katındaki, o işteyken (polis müfettişiydi) köpeğine bakan kısa saçlı kızla hafif uzaktan çok hoş bir ilişkileri vardı. 4 yıl önceki ölümünü üzüntüyle karşıladım.

Colin Firth: Benim için geç bir keşif. İngiliz romantik filmlerinin (English Patient, Fever Pitch, Bridget Jones, Love Actually) dayanılmaz oyuncusu. Ama en çok da Jane Austen'ların. Hele Pride & Prejudice'in dizi versiyonunda kız olsam aşık olurdum dedirtiyordu -yine bir Mr. Darcy olarak-. İlk yakın zamanların en iyi futbol filmi Fever Pitch'te görmüştüm, daha ismini bilmeden.

John Hannah: Nasıl unuturum, 4 Nikah'ın sağdıcı, Sliding Doors'un etkileyici aşığını. Ama en çok hoşuma giden CSI türü dizilerin en iyisi Mc Callum'daki haliydi. İskoçyalı. Siz Mumya'dan tanıyor olabilirsiniz (ne yazık).

Jim Broadbent: Film babalarının en sevimlisi, Mike Leigh filmlerinin geniş bant oyuncusu. Burada adı geçen ve geçecek oyunculardan birden fazlasıyla beraber oynadığı birçok film (Crying Game, Little Voice, Bridget Jones) var.